Neler Oluyor Hayatta

Şeyleş(tir)menin mantığı ve eşcinsellik


Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf'ın eşcinselliği bir hastalık olarak gördüğünü açıklamasından sonra eşcinsellik hakkında bir tartışma başladı. Çok çeşitli kesimler konuyla ilgili fikirlerini beyan ettiler. Kimileri Kavaf'a İslamiyet'te eşcinselliğe yer olmadığı üzerinden destek olurken; kimi çevreler de eşcinselliğin “hastalık” olarak tanımlanmasına şiddetle karşı çıktı ve Kavaf'ın bu ifadesini protesto etti. Son olarak da Taraf gazetesi yazarı Hilal Kaplan ile Radikal gazetesi yazarı Yıldırım Türker arasında konuyla ilgili bir polemik yaşandı. Kaplan Taraf gazetesindeki Hertaraf köşesinde yazdığı yazıda eşcinselliğin İslam ilahiyatı bakımından hastalık olarak değil, günah olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunurken; Türker, Kaplan'ın bu tavrını, eşcinselliği dışlayan genel islami söylemin “demokratlık ” kisvesi altında meşrulaştırılması olarak gördüğünü açıkladı.
Kaplan bu sefer kendi köşesinde yazdığı cevap yazısında Türker'in kendisini “başörtülü kontenjanından bir yazar” olarak nitelendirmesini bir şeyleştirme olarak değerlendirdi ve Axel Honneth'in öz-şeyleştirme kavramından hareketle asıl ayrımcılığın farklı anlamsal yapıları göz ardı eden Türker'in bakış açısı olduğunu belirtti (1). Oysa bu tartışmada bana gözden kaçırılan bir yan varmış gibi geliyor. Daha önce farklı bağlamlarda kullanılmış bazı kavramlara başka bir tartışma etrafında başvurulunca, sanki önceden doldurulmuş katı konumlar varmış ve bu konumlara raptedilen kimliklerin meşruluğu asla sorgulanamazmış gibi bir durum ortaya çıkıyor. Böylece seküler-islamcı gibi kategoriler ön plana çıkarken, biçim asıl içeriğin önüne geçiyor ve artık eşcinselliği ya da onun üzerinden üretilen normları değil islamcı Hilal Kaplan'ı, seküler Yıldırım Türker'i konuşmaya başlıyoruz. Oysa biçimsel tartışmalarda boğulmak yerine, gerçek soru ve sorunlarla yüzleşmek gerekiyor. Bu anlamda Hilal Kaplan'ın başvurduğu şeyleş(tir)me [reification] kavramını ele almak hem bağlamı yerli yerine oturtmak hem de asıl tartışmaya bir giriş yapmak açısından anlamlı olabilir.

Aslında Marx'ın şeyleşme kelimesini kullanmadan bu kavramı daha önce düşündüğü söylenebilir (2). Marx Alman İdeolojisi'nde tasarımların insanları birer ide haline getirdiğini iddia eder ve gerek insanların doğayla ilişkisinde gerekse de kendi aralarındaki ilişkilerde bu tasarımların “üretimin, ticaretin, bağlantıların ve gerçek etkinliklerin bilinçli birer ifadesi” olmasını açıklar (3). Buna göre şeyleşme, belirli toplumsal ilişkilerin ya da belirli insan etkinliği biçimlerinin, şeyler arası ilişki biçimi olarak ortaya çıkması olgusu olarak yorumlanabilir.

Lukacs ise şu hipotezi ortaya atıyor: işçilerin içinde yaşadığı koşulların en olumsuz yönleri, şeyleşmeyle bağlantılıdır. Başka bir deyişle somut bir genel tahakküm deneyimi olarak “yabancılaşma” bir “şeyleşme” ânı ya da etkisi olarak değendirilebilir (4). Böylece şeyleşme kaba bir tahakküm biçimine ve onun yarattığı sıkıntılara dönüşür. Sıkıntı çekiyorum ve çalışmayla sınırlandırılıyorum, çünkü şeyleşme üstüne kurulu bir sürecin nesnesi haline geliyorum ve bu durumun içinden çıkamıyorum (5). Lukacs'ın aslında böyle bir şeyleşme kavramı üzerinden kapitalizmi üretim tarzı olarak betimleyen genel bir ilke çıkartmaya çalıştığı söylenebilir.


Lukacs'a göre “şeyleşme” herhangi bir varlığı onun ait olduğu başka boyutları görmezden gelerek belli bir şey olarak kavramaktır. Lukacs'ın projesi kapitalist dünyanın sistematik olarak böyle bir tavrı teşvik ettiğini ortaya koymak ve böyle bir şeyleşmenin en derin toplumsal ilişkilere kadar sirayet ettiğini göstermektir. Böylece kapitalizmin dünyası şeyleştiren bir dünya, bunun da ötesinde kendisi şeyleşmiş bir dünyadır. Öyleyse Lukacs kapitalist bir dünyayı bütün toplumsal ilişkilerin, şeyleşmiş ilişkilerle yer değiştirdiği bir dünya olarak betimler (6). Tarih ve Sınıf Bilinci çağdaş dönemin bürokratik devlet aygıtı ve hukuk yapısını ayrıcalıklı bir akılsallaştırma-şeyleştirme aracı olarak çözümler. Çalışma kurallarına göre belirlenen sosyal ilişkilerin bütünü olan modern hukuk ve devlet aslında burjuva toplumunun gereklerine uygun bir şekilde şeyleştiren buyruklara dönüşür. Böyle bir şeyleş(tir)me teması üzerinden toplumsal ve kültürel yaşamın bütününe ait patolojileri tespit etmek mümkün hale gelir. Axel Honneth'in Hegelci tanınma [reconnaissance] mefhumu üzerinden böyle bir işe giriştiğini söyleyebiliriz (7).

Axel Honneth Lukacs'ın çizdiği çerçeveyi genişleterek şeyleşmeyi psikososyal bir “an”, genel toplumsal bir biçim ya da güç olmaktan çok bir bilinç tavrı ya da biçimi olarak ele alır (8). Biz bir nesneyi ya da durumu ona bir şekilde katılmadıkça anlayamayız. Ötekiyle kurulan en has ilişkiyi bu belirler. Tanımadıkça tanınma yoktur. Kendini tanımak ise duygular ve arzularla bir ilgi kurulmasıyla mümkün olur. Ancak böyle bir kendiliğin bozulmamış, hiçbir etkiye uğramamış olması gerekir. İşte burada şeyleşme devreye girer. Buna göre şeyleşme şeyin kendisinde olmayan, manipülasyona uğramış nesne olarak betimlenir. Belirli toplumsal koşulların baskısı altında ötekinin tanınması engellenir; öteki ya yok sayılır ya da bastırılır (9).

Lukacs'ın ortaya attığı ve Honneth'in geliştirdiği şeyleşme kavramı kapitalist modernliğin sosyal patolojilerinin karakteristik bir alanını betimliyor. Şeyleş(tir)menin faili, toplumsal süreçlerde kaybolan öznenin derin doğasından hareket etmek yerine, onun aslında saygı duymadığı özeliklerini bükerek onu bir nesne haline getiriyor. Demek ki şeyleşme sistemle ilgili anonim sıkıntılara bağlı olarak öznelliğin eyleme kudretine bilinçsiz bir şekilde müdahale edilmesi ve özgürlüğün kısıtlanması olgusudur. Modern toplumlarda akılsal eylemin gelişmesini de içeren ve bilinçten ve bireylerin istencinden bağımsız bir şekilde gelişen eylem sistemleri yabancılaşma etkileri üretebilir ve yaşam biçimlerinin ve kültürel biçimlerin yönünü değiştirebilir (10).


Hilal Kaplan haklı olarak kendisinin “Foucault'dan alıntılar yapan başörtülü bir yazara” indirgenmesine karşı çıkıyor ve durduğu yerin “tanınması”nı bekliyor. Öte yandan daha baştan eşcinselliği kendi bakışının bir nesnesi haline getirerek, ona dair bir normu ancak kendisinin belirleyebileceğini ilan ediyor. Oysa normun toplumsal yayılımı önceden belirlenmiş kimi iktidar yapıları üzerinden gerçekleşir. Bugün iyi biliyoruz ki 19. yüzyıldan itibaren cinsellik ve özellikle de eşcinsellik üzerine üretilen söylemler, iktidarın farklı alanlarda da kendisini meşrulaştırmasını sağlıyor (11). Hilal Kaplan eşcinselliğe dair görüşlerinde genel insan kavramını üreme işleviyle kaim bir tür olarak ele alarak, kategori dışı her tekil varoluşu bu normun içine hapsediyor. Sonra da bu normun tam da iktidarın işgal ettiği yeri doldurduğunu fark etmeden, konuştuğu yerin içeriğinden bağımsız bir tanınma talep ediyor. Oysa tanınmanın koşulu tam da o içeriğin kendisinde yatıyor. Çünkü eşcinsellik üzerine üretilen o söylem eşcinselleri dışlıyor, ataerkil bakış açısını meşrulaştırıyor.

Bugün yapılması gereken eşcinsellik günah mı hastalık mı diye tartışmak değil, böyle bir tartışmanın kendisinin iktidarın yeri olduğunu, Honnethçi tabirle söylersek, derin ve toplumsal bir patolojinin ta kendisi olduğunu fark etmektir. Ancak böylelikle “kendimizi mahkumları halinde bulduğumuz gizli sistemleri” tanımlayabilir, “farkında olmadan uyguladığımız dışlama ve sınırlar sistemini” kavrayabiliriz (12).



(1) Tüm bu yazılar internetten okunabiliyor:

Yıldırım Türker: Müslümana en büyük imtihan

(2) Karl Marx, Kapital, 1. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, 5. baskı, 1997.

(3) K. Marx, F. Engels, L'Idéologie allemande, Paris, Editions Sociales, s. 50, 1968; Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, çev. Ahmet Kardam, Sevim Belli.

(4) Georg Lukacs, Histoire et conscience de classe, çev. K. Axelos et J. Bois, Paris, Minuit, 1960; György Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, 2006.

(5) Franck Fischbach bu durumu dar bir yaşam olarak nitelendiriyor. Böyle bir yaşam bilinç ile ideoloji arasında mesafe kalmadığında ortaya çıkar. Fiscbach ideolojiyi Marx'dan hareketle yorumlamakla birlikte onu sadece bir sınıfın diğeri üstündeki tahakkümü olarak kabul etmez, fikirler ve değerler seviyesinde bir ifade biçimi olarak ele alır. Böylece 1844 Elyazmalarından yola çıkarak böyle bir yaşamın eksik, yabancılaşmış bir yaşam olduğu sonucuna varır. Fiscbach fikirlerin ve tasarımların bilinci seviyesinde ortaya çıkan bu yanlışlığın varoluşsal-ontolojik bir karakteri olduğunu vurgular.
Franck Fischbach, L'idéologie chez Marx: de la vie "étriquée" aux représentations "imaginaires", Actuel Marx, no 43, 2008, s. 12-28.

(6) Lucien Goldmann Lukacs ve Heidegger kitabında Heidegger ve Lukacs'ı özneyi radikal bir şekilde dünyevileştirmeleri ve onu yaşamın ve olayların olumsallığı içine yerleştirmeleri açısından birlikte ele alıyor. Böylece eylem ya da insan etkinliği, klasik felsefede olduğundan farklı bir anlam kazanır. Eylem artık insani değerleri gerçekleştirmek ya da şeylerin irrasyonelliğine karşı mücadele etmek olarak değil; çevrelenmiş şeylerle ilgili bir bağlantı, yaşamda verili fiiliyatın somut gereksinimleriyle yüzleşme olarak ortaya çıkar.
Lucien Goldmann, Lukacs et Heidegger, Paris, Denoel-Gonthier, 1973.

(7) Axel Honneth, La Lutte pour la reconnaissance, çev. P. Rusch, Paris, Cerf, 2000.

(8) Axel Honneth, La Réification. Petit traité de théorie critique, 1. ve 2. Bölüm, çev. S. Haber, Paris, Gallimard, 2007.

(9) Axel Honneth genelde hem cemaatçi hem de liberal söylemlere mesafe almasıyla tanınır. Honneth Hegelci tanınma mefhumunu ahlaki ve hukuki perspektiflerin ötesinde ele alarak onu özgün bir siyasi tema haline getirir. Öte yandan Honneth'in felsefi çalışması post-metafizik düşünce olarak adlandırılıyor. Bu düşünce öncelikle felsefi söylemde monolojik kendilik bilincinden, iletişimsel ve diyalojik akla doğru gerçekleşen paradigma kaymasını sahiplenir. Bu paradigma kayması ahlaki ilkelerin idealliği ile yaşam tavırlarının ampirikliği arasında nefes alan aşkınsal otonomi kavramının (Kantçı) yerini; pratik kuralların, gündelik iletişim ilişkileri (kişiler ya da kurumlar arası) üzerinden doğrulandığı öznelerarası bir otonomi kavramının almasıyla gerçekleşir. Post-metafizik düşünce kendisini hem pratik aklın güçlü temelciliğinden hem de postmodernlerin ahlaki göreciliğinden ayırmaya çalışır. Daha fazla bilgi için: http://fr.wikipedia.org/wiki/Axel_Honneth

(10) Bunun için tabii Habermas'a bakmak gerekiyor. Ama bu işleyişin güncel bir ayrıntılı incelemesi için şuraya bkz: Stéphane Haber, L'homme dépossédé, une tradition critique, de Marx à Honneth, CNRS Editions, Paris, 2009.

Stéphan Haber Marx'ın yabancılaşma temasını yeniden güncellemeye çalışan çağdaş Fransız filozoflarından biri. Son kitabı olan Yoksun İnsan'da Marx'dan Honneth'e eleştirel geleneği şeyleşme kavramı üzerinden ele alarak neoliberal politikaların egemen olduğu günümüzde yeniden nasıl bir kapitalizm eleştirisi yapabileceğimizi araştırıyor.

(11) Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 1996.

(12) Michel Foucault, Dışlama Ritüelleri, aktaran Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı, çev. Fatma Tütüncü, Ayrıntı Yayınları, s. 82, 2005.
Tags:

0 yorum

Yorumsamacılık